Translate

5 Mart 2016 Cumartesi

Herkesin bildiği bir cinayet üzerine


''Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez'in 1981'de yayımlanan yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetinin öyküsü. Hem Kolombiya'da, hem de yayımlandığı dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkede sarsıcı etkileri olmuş bir roman. Usta yazar, çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce yaşanmış bir cinayet olayını aktarıyor. Romanın kahramanı Santiago Nasar'ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli. Kırmızı Pazartesi, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin portesini de çiziyor. Böylece, sonuna dek ilgiyle okuyacağınız bu kısa ve ölümsüz roman, bir toplumsal ruh çözümü niteliği de kazanmış oluyor.''(Arka Kapak)

       Bu kitabı ilk aldığım vakit gözüme pek hoş görünmüştü.Gerek G.G.Marquez'in kalemini tanımak açısından gerekse yenilenmiş bu baskısından kaynaklanan bir beğeni beni bu kitabı okumaya teşvik etti diyebilirim.Öyle sanıyorum ki  Nobel ödüllü yazarlara ve kitaplarına yoğun bir tecessüsle yaklaşma içgüdüsü son zamanlarda edebiyatın bu kalabalık dünyasında bana rehber olma yolunda büyük bir azim sarf ediyor .Bu zevkli yola üstat Marquez'le tanışarak adım atmak saadetini kitaplığımda yaşıyorum.Şimdi, okuduğum bu kitabın bende bıraktığı etkilerle izlenimlerimi paylaşırken gene aynı cevapsız soru kafamı kurcalayacak: Geçen senenin nisanında kaybettiğimiz bu büyük yazarın eserlerini ne kadar iyi anlayabileceğiz ve bizim kendi edebiyatımızda yeni yetme 'yazar'lardan sıyrılıp kendi asıl üstatlarımıza yönelmemiz ve onlara da aynı tecessüs tavrıyla yaklaşarak naçizane eserlerindeki 'ışığı' bulmamız ne kadar zaman alacak ?

       Santiago Nasar... bu ismi pek kolay unutamayacağım gibi.Herkesin gerçekleşeceğini bildiği, herkesin faili olduğu bir cinayetin kurbanı bu isim.Belki bu nihai bir son olmayabilirdi... ancak yazar gerçek bir olaydan esinlenerek kaleme aldığı bu uzun öyküsünde okuru bulunduğu yerden alıp adeta bu kasabanın ortasına bırakıveriyor ve olaylar bütün realitesiyle ve cinayet bütün dramıyla gözlerinizin önünde peyda oluyor.

       Bir namus cinayetine kurban gider Santiago Nasar. Her şey bir kasabada cereyan eder. Angela Vicario ve Bayardo San Roman evlenmek üzere olan bir çifttir. Bayardo San Roman varlıklı bir kişidir ve bu yüzden Angela’nın ailesi ve kasaba bu düğüne büyük önem verir. Ancak düğün gecesinin sabahı -yani pazartesi- gerçek ortaya çıkar: Damat evleneceği kadının bakire olmadığını öğrenir ve gelini o sabah annesinin evine götürür. Namus davasına dönen olayda Angela’dan zorla kim olduğu öğrenilmeye çalışılır ve o da Santiago Nasar ismini verir. Bunun üzerine iki kardeş adamı öldürmek için planlar yapar ve bundan herkesin haberi olur.

       İki kardeş öldürme amacı ile Santiago’yu aradığını herkese duyurur. Fakat kimse onları tam anlamı ile ciddiye almaz, biraz alanlar da Santiago’yu bulamadıkları için, daha doğrusu bulmak için fazla çaba harcamadıkları için Santiago’nun bundan haberi olmaz.Sonunda iki kardeş Santiago’yu nişanlısının evinden çıkarken bulur ve evden ayrılırken onu öldürürler. Bunun üzerinde kasabada skandal patlar. İki kardeş cezaevine konulur. 


       Bütün bildiklerinin karşısında pasif kalmayı bir alışkanlık haline getirmiş kasaba halkını tahayyül edince siz de ‘Bu kadar insan neden bir şeyler yapmıyor! Neden kimse mani olmuyor! diye yakınabilirsiniz.aslında bütün bu yaşananları kader diye yaftalamak irdeleniyor bir bakıma.Çünkü kasaba halkı nasıl ki  Nasar’ın ölümünü derin bir merakla sessiz sedasız beklemişse aynı istekle buna mani olabilirlerdi. Zira Nasar’ı öldürmek isteyen Vicario Kardeşler’i durdurmak sandıklarından daha kolay ve çabuk olabilirdi, çünkü onların da bu işte fikir birliğine gönül rahatlığına vardıklarını pek göremiyoruz.Kasabaya adeta Santiago Nasar’ı öldüreceklerini bağıra bağıra işaret ediyorlar ancak kimse buna bir anlam veremiyor. işte asıl dram burada saklıdır. Kitabın henüz başında yazar kurbanın öldürüleceğini haber ediyor ve böyle final kısmı olması beklenen asıl kısım başta yer alıyor. Ancak bu kurgu anlatımın tekdüze devam etmesine engel olarak sürükleyici bir meraka sevk ediyor. Sayfaları karıştırdıkça göreceksiniz ki kitaba giriş kısmında anlatılan olay sonraki sayfalarda ayrıntıların kurgusallığı ile canlanıyor. İşte Marquez burada kendi damgasının izlerini  gösteriyor.

       Bu ne kadar acı bir saptama olsa da zannımca bizim toplumumuzda böyle cinayet vakaları böyle namus kavgaları o kadar normalleşti ki artık bunlara şaşırmıyor ve farklı açılardan bakamıyoruz. Ne kötüdür ki bize çok alelade bir vakaymış gibi geliyor. Bu bakımdan Türk okurunun bu cinayet vakasına pek hayret edeceğini düşünmüyorum. Asıl dikkat etmek istediğim noktalar başkadır. Burada Marquez, gerçekten -kafa yorulduğu zaman da görülebileceği gibi- sağlam eleştiriler, toplumsal mesajlar sunuyor. Ayrıca anlatımında sosyal mesaj kaygısına yönelik bir iz göremiyorum. Belki de binlerce sayfalık anlatımlarla izah edilebilecek eleştirileri okuyucunun gözüne sokmaya çalışmadan bütün  yalınlığı ve çıplaklığıyla anlatmış bulunmakta.Toplum içinde kadının konumu Angela Vicario  ve ailesi üzerinden gayet açık bir şekilde gözler önünde. Sanıyorum ki kadınlar hakkında ki en güzel yorumu kitap karakteri meyhaneci Clotilde Armenta yapıyor. "O gün biz kadınların bu dünyada ne kadar yalnız olduğumuzun farkına vardım!" bu cümlede çok fazla gerçek özetliyor. Cinayeti işlemekle mükellef ikiz ağabeyler olay öncesi karşılaştıkları bir çok kişiye amaçlarını söyleseler de ya alaya alınıyorlar ya da bu sorumluluğu kimse üstlenmek istemiyor, bunun yanında işte içler acısı hal ortada : toplumun kadına bakışı,duyarsızlığı,suçu ve suçluyu aklaması, toplumdan ‘azade’ aydın insan,toplumdaki cehalet…. İşte Marquez bunların hepsini sorgulatıyor bize.

Bu son saydığımı kitaptan bir alıntıyla desteklemek istiyorum :

‘‘Santiago Nasar, yaptığı kötülüğün kefaretini ödemiş, Vicario kardeşler erkekliklerini kanıtlamışlardı, aldatılan kız kardeş de namusunu yeniden kazanmıştı...’’

       Velhasıl söylediğim gibi  Vicario ailesi oğullarını adam etmek,kızlarını evlendirmek için yetiştirmişti. ,Angela Vicario'nun annesi Purisima del Carmen ,hayatını eşine , çocuklarına adamış olması yetmezmiş gibi kendi kızları hakkında da " her erkek onlarla mutlu olur , çünkü acı çekmek için yetiştirilmişler" diyebiliyor. kadın olgusu dikiş nakış , ev işleri , erkeği memnun etme üzerini kurulu bu anlatıda.Sizce günümüzde durum farksız mı ? Aile temiz namuslu saygıdeğer bir aile olarak kurgusallaştırılmış hatta Angela’nın annesinin kızlarından bahis açarken böbürlenmesi iyi yetiştirilmiş olduklarını söylemesi… bütün bu kurgu bize çok yabancı olmasa gerek.

       Daha önce haşır neşir olduğum bir çok kitapta böylesine bir anlatım görmemiştim doğrusu.Teknik olarak da sık karşılaşmadığım bir biçimde hazmettim öyküyü.Birinci tekil kişi ağzından mülakat tekniği kullanılarak anlatılmış olaylar.Bu öykü bir kurgudan daha çok üstadın elinden çıkmış bir gazete haberi gibi geldi bana.Bunun gibi ‘haber’leri herhalde bir sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra  okuduğumuz gazetenin üçüncü sayfasında görsek pek dikkat etmeyeceğiz.Bunu söylememdeki amaç nazarımda eserin değerine bir kötüleme değil aksine bir yüceltmedir.Öyle umuyorum ki kitabı ilk kez okurken-veya daha sonraki okumalarınızda- sizin de son sayfayı çevirdikten sonra böbreklerinizde bir sızı duymanız ihtimalini pek normal karşılamaktayım.Her gün yaşayıp da kulak kabartmadığımız bu dram işte bu kasabada öyle vurdumduymaz bir sorumsuzluk ve önyargının acı yanılgısıyla meydana gelmiştir ki Marquez’in cinayet sahnesini okurken kalp atışlarınız hız kazanabilir.   

       Kitabı bitirdiğiniz zaman aydınlatamayacağınız bir nokta varsa o da Nasar’ın gerçek suçlu olup olmadığıdır. Çünkü kasaba halkı öyle işaret ediyor ki Santiago Nasar, Angela Vicario ile bir yakınlık kurmamıştır.Ancak Vicario bunda ısrarcıdır; onun nezdinde suçlu Santiago Nasar’dır.işte var olmanın dayanılmaz acısı burada yatar! Sorgusuz sualsiz böyle ‘utanç verici’ bir cürüm ile suçlanan Nasar ya gerçekten suçlu değilse? Gerçekten bedenini delik deşik eden onca bıçak darbesini ve böyle vahşi bir şekilde ölmeyi hatta öldürüldükten sonra yapılan acemi işi otopside usulsüzce muamelelerle organlarının sonunda çöpü boylamasını hak etmemişse.Ve bütün bunlar bütün bu insanların bilgisi dahilinde, gözleri önünde,kulakları dibinde cereyan etmemiş miydi ? Bunlar bize çok yabancı olmayan manzaralar azizim! Kendi insanlarımızı da tıpkı böyle bir sorumsuzlukla herkesin bilgisi dahilinde namus uğruna koparmadık mı hayatlarından… İşte Santiago Nasar bizim toplumumuza –herhalde-böyle aksediyor. 

Velhasıl kitabın asıl dayanağını oluşturan birkaç sözü de buraya eklemek istiyorum. Marquez’in ağzından cinayetle ilgilenen savcı şunları not eder :

"Kader bizleri görünmez kılar." 

       Kader bizleri görünmez kılar..öyleki hiç kimse görmedi bu cinayeti. Santiago Nasar evinin önünde annesinin henüz kapattığı kapının ardından bıçak darbeleriyle kana bulandığında herkes ona bakmıştı. Ancak kimse görmemişti. Göremeyen konuşamamıştı. Konuşamayan aciz varlığında adice donup kalmıştı ve ufak bir aksilik bile yoktu ortada, her şey tesadüfler silsilesiydi:

"...özellikle de işleneceği böylesine açıkça duyurulmuş bir cinayetin hiçbir aksilikle karşılaşmadan gerçekleşmesi yolunda hayatın edebiyatta bile görünmeyen onca rastlantıdan yararlanmış olması ona büyük bir haksızlık gibi görünmüştü."

"Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım."

       Ve kitabın asıl temelidir bu cümle.Ne acı her şey bir önyargıdan ibaretti ve işte namus temizlendi,erkeklik kanıtlandı,toplum arındı kara lekeden ve biz biliyoruz ki ne Angela’lar ve ne Nasar’lar var bizim insanlarımız içinde. G.G.Marquez ile böylece tanışmış oldum.Kendimce yazıp çizdim.Öyle ki burada anlatılamayacak hisler için Nobel’i hak etmiş bu kitabı tavsiye olarak sunmaktan memnuniyet duyarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder