Translate

5 Mart 2016 Cumartesi

Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna


        Çoğumuz Sabahattin Ali’yi ‘’toplumcu yazar’’ klişesi ile bilir bu şekilde tanırız.Ancak unutulan bir şey vardır: insan çözülmesi zor bir varlıktır ve bu varlık dünyasında edebiyatın işlevini, amacını  bu dar kalıplarda aramamak gerekir.Yani edebiyatçı, nasıl toplumdan bağımsız değilse bu yaftalamalara maruz kalacak kadar da sığ değildir.Ayrıca bu kategorilerle edebiyatçılarımızı birbirinin zıttı gibi gösterme yanlışına düşebiliriz ve bu adamları tanıyarak yetişmek ile mükellef bir nesli çıkmazlara sokabiliriz.İşte birazdan kendisinden bahsedeceğim Kürk Mantolu Madonna adlı eser Sabahattin Ali’nin toplumcu yazar olarak kategorize edilmesinin temelsizliğini göstermektedir.Bireyin iç dünyasına,ruhuna, eğilen şikayetçi,karamsar ve ziyadesiyle melankolik yazar, ruhun bu his patlamalarını gerçekten de bambaşka bir anlatımla dile getiriyor.

       Yazın hayatına çeşitli gazete ve dergilerde öyküler yazarak başladı Sabahattin Ali. Öykülerinde son derece sade bir dil, Türkçenin en zarif halini görürüz.Kimi öykülerinde insanlar arasındaki eşitsizliği, adaletsizliği, ezen-ezilen sorununu anlatır.Anadolu insanını gerçekten de müthiş bir realiteyle dramatik bir bakış ile sunar okuyucuya.Öyle ki Kağnı  ‘da yoksul bir Anadolu kadının tasvirini yapar, ruhunun derinliklerinde fokurdayan gözyaşlarını resmeder. Kimi öykülerinde ise yaşamının belli dönemlerinden izler görürüz.Onun yapıtlarını okuduğumuz zaman gerçekten de  anlatılması güç bu kadar hissi nasıl olur da birkaç sayfalık anlatılarla gün ışığına çıkarabilmiş diye hayret ederiz.Onu diğer yazarlardan ayrı kılan ise-bence-budur.İnsan ruhunun derinliklerinde yatan cevherleri edebiyatımızda benzerine pek rastlanamayacak kadar güzel bir biçimde kullanır.Öykülerinde olduğu gibi romanlarında da hem toplum hem birey bir aradadır.Toplumun içinde bireyi ve toplumun bireyin ruhunda yarattığı etkiyi kuyumcu titizliğinde işler.Yarattığı roman karakterleri hafızalarımızda hala ölümsüzdür.

       Sabahattin Ali’nin öyküleri ile halk kütüphanesinde tanışmış olmakla beraber kanaatimce şimdiye dek en sevdiğim romanlardan biri olan Kürk Mantolu Madonna’yı geçenlerde  okudum.Aslında romanı okumadan önce bunun da artık  ‘popüler kültür’ kurbanı bir roman olduğunu düşündüm.Ne yazık ki öyle de olmuş.İnsanlar sosyal medya hesaplarından sürekli bu kitapla ilgili görseller paylaşınca kitabı bu kadar fazla görmekten sıkıldım diyebilirim.Hatta dedim ya altı çizilesi- ve belki de her biri bizzat tecrübe edilerek yazılmış- o altın cümlelerin sürekli sosyal hesaplarda paylaşılması bana okurların(?) Sabahattin Ali’yi yeterince anlamadıklarını düşündürdü.Ancak her şeyden azade, bu eser hakkında birkaç çift laf etmek hem ileride tekrar bu sayfaya  baktığımda değerlendirmelerimi bana hatırlatacak hem de meraklılarına biraz rehber olma yolunda bir işe yarayacaktır.

       Kürk Mantolu Madonna… bu güzel romana yaklaşık bir sene evvel amcamın derme çatma kitap kolilerinde rastlamıştım.Açıkçası pek ilgimi çekmemişti.Hatta o kadar cahildim ki Sabahattin Ali isminin ne ifade ettiği hakkında kafamda pek bir malumat bulunmuyordu.Ancak gün geçtikçe o kitabı neden ödünç almadım diye pişmanlık duymaya başladığımı hisseder gibi oldum.O aralar Aziz Nesin’den birkaç öykü almıştım o kitap kolilerinden ve biraz da düşünsel kitaplar.Daha sonraları öğrendim bir zamanlar Aziz Nesin ile Sabahattin Ali’nin aynı yolun yolcusu olduklarını.Tuhaftır, Sabahattin Ali ismine pek tesadüf etmediğim eksik zamanlardı.

       Kürk Mantolu Madonna yalnızlığın ve çaresizliğin romanı.Hayatında artık hiçbir şeyi eskisi gibi olmayacak bir adamın, bir zamanlar -birkaç  ay- ‘’yaşamış’ Raif Efendi’nin ve gerçekten okurken kendisine hayran kalabileceğiniz bir kadının, Maria Puder’in, romanı.İşte bütün vukuat bu iki failin etrafında cereyan ediyor.Öyle sanıyorum ki Sabahattin Ali Almanya’da bulunduğu yıllardan esinlenerek yazmış bu romanı.

       Bir gün bir tabloya ilişti gözü Raif Efendinin, Almanya’ya babası tarafından ‘iş öğrenmek. için gönderildiği bir gün.Her gün gelip aynı tablonun karşısında vecd ile temaşaya daldı ve bu durum bazı gözlerin dikkatini üzerine çekti. Maria Puder kendi otoportresini seyre dalan bu genç adamı hemen fark etmişti.Velhasıl Raif efendi kendi ruhundaki boşluğu o vakit doldurabileceği hissine kapılmaktaydı.Kendi ruhunu bulmuştu o tabloda ve daha sonraları sonu acı biten bir aşk hikayesinin ilk satırlarını çoktan yazmıştı.

       Raif Efendi var ile yokun arasında bir adam.Evinde işinde bir dekor eşyası işlevi görüyor sanki.Yaşadığı acı tecrübelerin ardından artık insanlara sırt çevirmenin,içine kapanmanın gerekliliğini anlamış ve kendi gizli dünyasında,günlüğünde, aradan yıllar sonra hatırladığı ve derin bir kuvvetle kanamaya başlayan bu yarayı kanından , gözyaşından yazmakta. Maria Puder ise hayatta erkeklerin güvenilmez olduğunu tecrübe etmiş insanlarla yakınlık kurmaktan kaçan bir tiptir. Maria Puderin ağzından dökülen bu sözlerle Sabahattin Ali’nin vermek istediği mesaj pek net:

"Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii hakları imiş gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini farketmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum."

        Nasıl bir etki bıraktıysa bilmiyorum ancak yer yer -ben de dahil olmak üzere-bazı arkadaşların aşık olduklarını söyledikleri kadın tipidir.Genel olarak bakıldığında Sabahattin Ali öyle bir tablo çizer ki okuduğunuz kitaba Raif’in tabloya baktığı gibi bakarsınız.İlk başlarda koşullu bir arkadaşlık ilişkisine razı olan Raif daha sonraları ruhunda eksikliğin acısını duyamaya başlasa da aynı karşılığı Maria’da bulamaz:

"...boğulacak kadar yalnızım.. Hasta bir köpek kadar yalnız...

...ben garip bir kadınım. Benimle ahbaplık etmek isterseniz birçok şeylere 
tahammüle mecbur kalacaksınız..Çok manasız kaprislerim, birbirine uymaz saatlerim vardır... Hulasa arkadaş olduğum kimseler için pek müziç ve anlaşılmaz bir mahlukum...

...kimseye ihtiyacım yok.. Kimseye minnettar olmak, kimsenin dostluğunu, lütfunu istemek niyetinde değilim... isterseniz...

...ufak tefek kavgalar edersem ehemniyeti yok. 
aldırmazsınız...’’

‘’..anlaşamayacağımızı anlarsak veda eder ayrılırız.Bu o kadar mühim bir felaket mi? Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca,yeislerden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindeki hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır...’’

      Burada örneklediğim ve yer vermediğim diğer tüm diyaloglarda aşk kavramının göreceliği ile ilgili  Sabahattin Ali’den bir manifesto okuyormuş gibi hissedersiniz.Sabahatti Ali, aşk hakkındaki görüşlerini farklı şekilde dile getirmiş, ilişki psikolojisini en iyi o tanımlamıştır:

"İnsan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doldurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözümde küçültüyor."


Aşkın tanımını da yine en güzel o yapmıştır:

"O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka. aşk bence bu istemektir. mukavemet edilmez bir istemek."

……...

       Kürk Mantolu Madonna insanın maddeyle değil ruhuyla var olduğunu çok iyi resmeder bize.İnsan sanıldığından karışık bir varlık, ruhu derin bir kuyudur.Bu kuyuya bıraktığınız geçmişin yankısı kendini işte Maria Puderlerle Raif Efendilerle Sabahattin Alilerle gösterecektir ve diyebiliriz ki o güzelim yazarımız için ,daha çok şey öğrenecektik ancak bu topraklardan bir Dostoyevski geçti…Burada uzun uzun anlatmak niyetinde değilim ancak alıntı bir paragraf ile özetleyerek bu bahsi kapatalım:

‘’Türk edebiyatının belki de en derin karakterini yaratan eser. Dıştan kabullenmenin, içten isyan etmenin öyküsüdür Raif Efendi’ninki. Kendine kurduğu küçük dünyada hapsolmayı özgürlük olarak görüşündeki paradoks insanı çıldırtır. Yalnızca bir not defteriyle yaşayabilen, nefes alabilen bir adamdır karşımızdaki. Bir kez gerçekten yaşamıştır, ve bunun tekrarının kabil olmadığını anlamıştır. Bundan sonrası bir hatıraya sarılmaktan ibarettir. İnsanın bir maddi hayatı bir de iç dünyası olması şarttır ama bunların birbirine uygun olacağını, birbirine benzeyeceğini iddia etmek yanlış olur der kitap. Raif Efendi’nin maddi hayatı ne kadar fakir ve sıradansa, iç dünyası o kadar zengin ve sıradışıdır. Dünya her birimiz için yalnız onu algıladığımız şekliyle, yalnız zihnimizde mevcuttur ama zihnin bu dünyaya katabileceği derinliğin bir hududu yok mudur? Raif Efendi’nin bize gösterdiği böyle bir hududun var olmadığıdır. Zihninin içindeki alemi yaşadığı her gün derinleştiren bu adam her gün aynı şekilde tıraş olmakta, işe gitmekte, akşam elinde nevaleyle eve dönmekte, kendisini anlamaya asla uğraşmamış ailesiyle aynı çatı altında olmayı sürdürebilmektedir. Fakat buna dayanacak kuvveti nereden bulmaktadır? Çoğu insanın içini kemiren kendini anlatma gayreti nasıl olup da bu adamın yanından geçmemektedir? Bir kez anlatmıştır kendisini, anlayabilecek olana, ve tekrar etmeye uğraşmamıştır bunu, o bir defanın hatırasıyla yetinebilmiştir. Raif Bey yetinmeyi bilmenin insanıdır. Dostoyevskinin yeraltı adamının kardeşi gibidir Raif Efendi. Her şeyin farkında olan, kendini küçük dünyasına hapsederek gerçekten kaçmaya çalışan adamlar. Ama Dostoyevski’nin karakterinde öfkeye dönüşen, bulduğu her fırsatta herkese saldıran farkındalık Raif Efendi’de çelebice bir kabullenişe sebep olur. "Batı" dediğimiz şeyden bizi ayıran zihniyet üzerine hoş bir detaydır kanaatimce bu.

       Raif Efendi benzediğimiz değil, benzemek istediğimiz adamdır. Hayatımızın acıtan gerçekliğiyle baş etmenin yolunu bulamayışımıza inat küçük dünyasında avunmaktadır, aslında avunmaktan fazlasını yapmakta, çoğumuzdan daha gerçek bir hayatı yaşamaktadır.’’ 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder